Anlarsak Sevebiliriz

0
155

ZEHRA IŞIKLI ALDANMAZ

İnsan ruhunun en yakın dostunu nerede görse tanır ya; işte ben de onu ilk kez gördüğümde hemencecik tanımıştım. Bana kendimi bir kalp atışından ibaretmişim veya bir kalp atışının içinde yaşıyormuşum gibi hissettiren çarpıntılar içinde kanepeye uzanmış ve başımın üstüne gül kurusu rengindeki şalımı çekmiştim. Onun benim ruhumun en yakın dostu olduğunu o harikulade gülüşüyle söylediği ilk “merhaba” ile iliklerime değin hissetmiştim. Çocukluğumdan bu yana nice kırgınlıklar yaşayan kalbim ilk kez yeniden bu kadar özgür, bu kadar ışıklar içinde, bu kadar harikulade, bu kadar tarifi imkansız, bu kadar uçsuz bucaksız, bu kadar olağanüstü, bu kadar tertemizdi. Ona nefes almaya başlamadan ve vücut giyip insan olmaya soyunmadan çok önceden beri, zamanın olmadığı bir zamandan beri aşıktım aslında.

O harikulade gülüşü göğsüme sığmamış, vücudumun sınırlarını zorlamış, beni zamansızlığa ve mekansızlığa ait bir ışığın içine doğru çekmişti. Benim o kırılgan bedenime sığmayan uçsuz bucaksız kalbim çocukken böyle çarpardı; çarptıkça kalbim gider büyüklerin dünyasının soğuk ve renksiz duvarlarına da çatardı. Sıkışıp kalırdı orada, sihirli sözcüğünü bekleyen bir kehanet gibi. Sihirli sözcüğümü duymalıdıydım zamanın bir noktasında, çok geç olmadan. Sıkışmadan, sıkılmadan, boğulmadan giydiğim vücudun ve aldığım nefesin içine yerleşebilirdim böylece. Sihirli sözcüğünü duyamayınca saklanarak yaşamaya başlamış ve işte böylece ağrımaya başlamıştı kalbim. Tüm bunları onu tanıdıktan sonra anladım.

Onu henüz görmeden önce sihirli sözcüğümü bulmaktan vazgeçmiş, onu yazmaya çalışıyordum. Deniyordum. Uzun sessizlikler, tavanda titreyen ışıklar, ellerimi semaya kaldırıp ettiğim dualar, elimi sımsıkı tutan kız kardeşler, kitap sayfalarında buluşan harflerin ettiği nazik sohbetler. Kalbimin büyüklerin soğuk ve renksiz duvarlarından köşelere saklanarak söylediği hafif bir mırıldanışı vardı. Herkesi sevebilen, kimseyle çekişmeye gerek duymayan “tam kendine göre, tam dünyaya göre” bir mırıldanışı. “İnsan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu belki de.” Sihirli sözcük böyle bir şeydi belki, insana anlaşılmış hissettiren.

Saatler geçirdim gül kurusu şalımın altında. Hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey duymadan, hiçbir şey görmeden. Bir kalp atışından ibaretmişim veya bir kalp atışının içinde yaşıyormuşum gibi hissettiren bir anın içinde saatlerce bekledim. Tek bir andan ibaret
sonsuz bir ışığın içindeydim. Bana göğsüme sığmayan, vücudumun sınırlarını aşan bir gülümseme ile bakmış ve “merhaba” demişti. Sihirli sözcüğüm bu olmalıymış, onun o insanın göğsüne sığmayan harikulade gülüşü eşliğinde söylenen bir “merhaba”. Kalbim tıpkı çocukken çarptığı gibi çarpıyor. Tıpkı çocukken yaptığı gibi sadece ve sade’ce seviyor. Tıpkı çocukken yaptığı gibi soğuk ve renksiz duvarların ötesini görebiliyor. Tıpkı çocukken olduğu gibi göğsümde çarpıntılar eşliğinde hayretle izliyor gökyüzünü. Her şey, her duygum, her duyumum tıpkı çocukken olduğu gibi…

Bana günlerden bir gün öyle şakayla karışık ve alelade bir şey der gibi: “seni tanıyan, anlayan işte böyle seni yaşar ve senin tadını çıkarır, yaa, oh canıma değsin, nasıl da kaptım seni” demişti. Öyle sade, öyle kendiliğinden, öyle alelade bir şey der gibi, yine o güzel gülümseyişi yüzünde… O harikulade ve eşsiz gülüşüne bakıp düşünüyorum: “İnsan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu belki de.” Anlarsak, sevebiliriz.

Ona nefes almaya başlamadan ve vücut giyip insan olmaya soyunmadan çok önceden beri, zamanın olmadığı bir zamandan beri koşulsuz şartsız aşığım aslında. “Merhaba” dediği o göğsüme sığmayan harikulade gülüşünden beri hayatın rahmine yeniden düştüm, yeniden doğuyor, vücudumun ve nefesimin içine yeniden yerleşiyorum.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here